14 Haziran 2014 Cumartesi

Uykusuz Geceler Bizi Bekler

Dünya'nın en büyük futbol organizasyonu olan Fifa Dünya Kupası bu sene 20. kez düzenleniyor ve ev sahipliğini Brezilya üstlenmiş durumda. 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatlarını düzenleyecek olan Brezilya'da halk 2 yıl arayla dünyanın en önemli 2 büyük organizasyonunu izleyecek olmasından dolayı mutlu. Ama madalyonun bir de öteki yanı var. Gelir dağılımında dünyanın en kötü ülkelerinden biri olan Brezilya'da, halk yapılan büyük yatırımları protesto ediyor. Brezilya halkı kendi içinde dövüşsün dursun biz futbola doyalım.


Abdullah Avcı ile başlayan eleme serüvenimizde son zamanlarda olduğu gibi kurtarıcı Fatih Terim ile devam edildi ama maalesef son Hollanda maçında kaybedilen 3 puan ile dünya kupasını yine evden izliyoruz.

Neyse ki uzun zamandan beri yazmadığım köşeme uğramama neden olan, bu turnuvada 2 Balkan takımının yer alıyor olması.



Basketbolda yaşadığı muhteşem başarıları futbolda yaşayamayan Yugoslavya, günümüzde Avrupa'nın en iyi takımlarında oynayan futbolcuları bünyesinde barındıran bir milli takıma sahip olsaydı acaba bir dünya şampiyonluğu yaşarmıydı bilinmez ama, bu sene Hırvatistan ve Bosna-Hersek'in bu turnuvaya çok şey katacağına inanıyorum.

Dağılan Yugoslavya'nın en etkili futbol takımı şüphesiz ki Hırvatistan. Bugüne dek katıldıkları 4 Dünya Şampiyonası ve 4 Avrupa Şampiyonası ile bu durumu kanıtlamış durumdalar. 2014 Dünya Kupası eleme grubunda karşılaştıkları Sırbistan ve Makedonya'yı geride bırakıp Brezilya'ya gitmeleri de cabası. En büyük  başarıları; efsane jenerasyonla katıldıkları ve elde ettikleri 3.lükle, Fransa 98. 2014 Dünya Kupası eleme grubunda karşılaştıkları Sırbistan ve Makedonya'yı geride bırakarak en iyi Balkan takımı olduklarını bir kez daha ispatladılar.


O jenerasyon bir daha yakalanır mı bilinmez ama Modric, Rakitic, Olic, Mandzukic gibi formda futbolculara sahip bir takımın, ev sahibi Brezilya ile aynı grupta olmak dezavantajını yaşasalar da Meksika ve Kamerun gibi dişine göre rakipleri ardında bırakarak, üst turlara çıkacağını düşünüyorum.

Balkanlar'ı temsil edecek bir diğer takım ise, Yugoslavya'nın yıkılışında en çok zarar gören ve yaralarını bugüne de sarmaya çalışan Bosna-Hersek. Futbolda ilk kez böyle büyük bir turnuvaya katılma fırsatını elde ettiler. 2012 Avrupa şampiyonası eleme grubunda 2. olarak eleme turuna kalmış fakat Portekiz'e kaybederek eve dönmüştü. 2014 Dünya Kupası Avrupa elemelerinin belki de en birbirine denk ve orta sıra takımını bir arada izlediğimiz grubu, Avrupa Şampiyonu apoletini omzunda bulunduran Yunanistan'ın üzerinde, 1. sırada bitirerek doğrudan Brezilya'ya gitme hakkı elde etti.


Arjantin gibi yıldızlarla dolu ve mazisinde yaşadığı başarıları tekrar elde etmek isteyen bir takımla aynı grupta olması bir dezavantaj ama daha önce bir çok kez bu turnuvaya katılan Nijerya ve İran'ı geçerek üst tura çıkacağını düşünüyorum. Savaştan sağ kalanların oluşturduğu bu nesil; Türkiye'de de görev yapan Safet Susic'in tecrübeleri ve Avrupa'nın büyük takımlarında oynayan Spahic, Kolasinac, Pjanic, Lulic, Misimovic, Ibisevic ve Dzeko önderliğinde Brezilya'ya damga vurmaya geliyorlar. Üstelik  Vranjes, Hajrovic, Medunjanin, Ibricic ve Visca ile Türkiye Süper Ligi'ni de temsil ediyorlar.

Türkiye'nin yer almadığı bu turnuvada benim tuttuğum takım, toprakları kan ve gözyaşı ile sulanmış Bosna-Hersek.

Uykusuz geceler bizi bekler.


12 Temmuz 2012 Perşembe

Basketbolun Cesur Yürek'i... 6 - Mirsad Türkcan

7 Haziran 1976 tarihinde Yugoslavya'nın günümüz Sırbistan sınırları içerisinde kalan, çoğunluğunu müslüman halkın oluşturduğu Sancak bölgesinde bulunan Novi Pazar şehrinde dünyaya geldi. Annesi ve babası doktor olan Mirsad'ın asıl adı Mirsad Jahovic'tir. Fakat Türk vatandaşlığına geçtiğinde Türkcan soyadını aldı.


1993 yılında Efes Pilsen'in alt yapısında oynamaya başladığında belki yetenekleriyle değil ama hırsıyla dikkatleri üzerine çekiyordu. Aydın Örs'ün Mirsad için "ilk maçına çıkacağında ağzından salyalar akıyordu" demesi bunun kanıtı olsa gerek. 1990'lı yıllarda Efes Pilsen Aydın Örs yönetiminde hem Türkiye'de hem de Avrupa'da Tamer Oyguç'lu, Hüseyin Beşok'lu, Ufuk Sarıca'lı, Petar Naumoski'li kadrosuyla fırtınalar estiriyordu.  Öyle ki 1993 yılında Avrupa Kulüpler Kupası'nda oynadığı final ve 1996 yılında kazandığı Koraç Kupası bu jenerasyonun ne kadar başarılı olduğunun bir kanıtıdır. Bu kadroda şüphesiz Mirsad Türkcan da hırsı ve kazandığı toplar ve çektiği ribauntlarla takıma çok büyük katkıda bulunmuştur.


Efes Pilsen'de oynadığı yıllarda 4 kez lig şampiyonluğu, 4 kez Türkiye Kupası, 1 Avrupa Kupası kazandı. Bu başarılarından sonra NBA'e giden ilk Türk basketbolcu ünvanını aldı. Sırp ve Hırvat medyası Mirsad'ın NBA'de Türkcan soyadı yerine Jahovic soyadını kullanacağını söyledi fakat Mirsad, Türkcan soyadıyla katıldı. Houston Rockets, New York Knicks, Milwaukee Bucks formaları giydi fakat aşırı hırsı ve sabredemeyen bünyesinin gazabına uğradı. NBA'de tutunamayan Mirsad Avrupa'nın yolunu tuttu.


Hayal kırıklığıyla biten NBA serüveninin ardından Paris Basket Racing ile anlaşan Mirsad gösterdiği performansla CSKA Moskova'nın yolunu tutmuş, o dönem Rusya'nın en pahalı transferi olmuştur. Montepaschi Siena ve Dinamo Moskova formalarıyla da Euroleague sahnesinde yer alan Mirsad, bu süre zarfında Euroleague'de 2 kez en iyi ribauntçı, 2 kez de MVP ödülü aldı. Aynı zamanda Rus ve İtalyan liglerinde en iyi ribauntçı ödüllerini de kazandı.

Daha sonra Türkiye'ye dönerek Ülkerspor forması giyen Mirsad, Fenerbahçe ile Ülkerspor'un birleşmesi sonucu 2006 yılından itibaren Fenerbahçe Ülker forması giyiyor. 2. Türkiye macerasında 5 kez lig şampiyonluğu yaşadı, ayrıca Euroleague'de 1000 ribaunt barajını geçen ilk basketbolcu ünvanını da kazandı.

Mirsad belki skora dayalı bir basketbol oynamıyordu ama inanılmaz hırsı, pota altında ribaunt için kavgaları, seyirciyi ve takımı ateşleyebilme özellikleri ile takıma çok katkı sağlıyor, ayrıca taraftarın gönlünde taht kuruyordu.


Mirsad her nekadar hırslı bir oyuncu olsa da, oyun içinde son derece profesyonel hareket eden bir sporcuydu. Hırvat ve Sırp takımları haricinde hiç bir maçta olaya karışmamış, kimseyle didişmemiştir. Eğer kavga etmişse de anlayın ki damarına basmışlardır.

Türkiye'nin ev sahipliği yaptığı 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası çeyrek final maçında Mirsad son saniyede serbest atış çizgisine geldiğinde durum 73-72 Hırvatistan lehineydi. Hırvat oyuncular Mirsad'a ana dillerinde küfür ederek konsantrasyonunu bozmuş, ilk atışı kaçıran Mirsad ikinci atışı atarak maçı uzatmalara götürürken Hırvatistan benchine giderek tahmin edebileceğiniz şeyleri söyleyerek Hırvatları deliye döndürmüştür.



Mirsad Türkcan Türk basketbolunun yetiştirdiği en faydalı sporculardan biridir. Tüm kariyeri başarılarla doludur. Hepsinden öte aslen Boşnak olmasına rağmen Türkiye milli takım formasını giyen en ateşli basketbolcudur. Tüm yüreğini ve gücünü sahaya koyar, o topu alabilmek için varını yoğunu ortaya koyan bir basketbolcudur.

36 yaşındaki basketbolcu  "Yıllarca basketbol oynadım, arzuladığım tüm hedeflerime ulaştım. Zirvedeyken de bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Zaten vücudum da çok yoruldu. Bu dakikadan sonra da Türkiye'de Fenerbahçe'den başka takımda asla oynamam, zaten bana da böyle bir şey yakışmaz" açıklamasıyla basketbolu bırakacağını açıkladı.

Fenerbahçe taraftarının gönlünde taht kuran Mirsad'ın tüm kariyeri boyunca terlettiği 6 numaralı forması salona asılacak ve bundan sonra Fenerbahçe Ülker'de 6 numaralı formayı kimse giyemeyecek. Oyunculuğunda kazandığı başarıları antrenörlük döneminde de kazanacağına inanıyorum, başta Fenerbahçe Ülker olmak üzere Türk basketboluna çok şeyler kazandırmaya devam edecektir.

1993 yılından itibaren Türk basketboluna hizmet ettiğin için sana sonsuz teşekkürler Mirsad. Ben de bir Novi Pazar'lı olarak seninle gurur duyuyorum.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Milli Bayramlar ve Türkçe Olimpiyatları

19 Mayıs 1919 tarihinde Atatürk ve beraberindekiler Samsun'a ayak bastı ve hezimete uğramış, düşman tarafından parçalara bölünerek esir olmuş bir ülkeyi, bir halkı küllerinden doğmasına ve bir destan yazmasına ön ayak olarak Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış oldu. 19 Mayıs tarihi 1938 yılından itibaren Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaktadır.

23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM'nin kuruluşunu anmak amacıyla bu gün 23 Nisan milli bayramı olarak kutlanmaya başlanmış, 1927'de Atatürk tarafında Türkiye ve dünya çocuklarına armağan edilmiştir.

29 Ekim 1923 tarihinde TBMM cumhuriyet rejimini benimsemiş ve ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak belirlenmiştir. O tarihten itibaren her yıl 29 Ekim tarihlerinde Cumhuriyet Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli anları bir bayram havasında kutlanmakta, nesilden nesile aktarılarak ülkenin kurucuları yad edilmekte, bir ülkenin küllerinden yeniden nasıl doğduğu tekrar hatırlatılmakta, hepsinden öte halkın milli duyguları okşanmaktadır.


2012 yılına dek aralıksız kutlanan bu milli bayramlarımız bu sene sekteye uğratılmış durumda. Türkiye bugüne kadar çok büyük felaketler yaşamış, hepsinin altından bir şekilde kalkmayı başarmıştır. 29 Ekim 2011 tarihi Türkiye Cumhuriyeti'nin 88. kuruluş yıl dönümü Van'da yaşanan deprem felaketi nedeniyle kutlanmadı. Tarihinde daha büyük felaketler yaşamış bir ülke, Atatürk'ün de 10. yıl kutlamaları esnasında belirttiği gibi "Türk milletinin en büyük bayramını", kuruluş gününü yas dolayısıyla kutlamıyor? Cumhurbaşkanı ve Başbakan başta olmak üzere tüm devlet erkanı bu kutsal günü yas dolayısıyla kutlamaz iken, aynı tarihlerde yapılan bir düğüne tam kadro katılmakta bir sorun görmüyor! Dünya'da hangi ülke, hangi millet en büyük milli bayramını kutlamamış? Madem yas tutmalıyız ve bayramı kutlamamalıyız, neden yakın tarihlerdeki kurban bayramını kutladık? Neden devlet büyükleri düğüne gitmekte sorun görmüyorlar?

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı yapılan yeni düzenleme ile bu yıl sadece Ankara'da stadyumda kutlandı. Onun haricinde hiç bir kutlama yapılmadı. Gençlerin üşümesi gerekçe gösterildi. Acaba asıl gerekçe Türk gençliğinin Atatürk'ü anmasının önüne geçilmesi olabilir mi? Bu kutlu günün tüm Türkiye'de kutlanmasının önüne geçilerek sıradanlaştırılması hedeflenmiş olabilir mi?

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Atatürk tarafından tüm dünya çocuklarına armağan edildi. 1979 yılından itibaren uluslararası bir organizasyonla başarıyla kutlanmaktaydı. Önümüzdeki seneden itibaren bu milli bayramımız da tüm Türkiye'de kutlanmayacak. 19 Mayıs kutlamaları gibi sadece Ankara'da stadyumda kutlanacak.

Arka arkaya gelen bu bayram kutlamalarında yapılan değişikliklerden sonra, 2002 yılından (!) itibaren yapılan ve bu yıl 10.su gerçekleştirilecek olan Türkçe Olimpiyatları organizasyonunun takvimine gözüm ilişti. 30 Mayıs-14 Haziran arasında yapılacak olan ve yurt dışındaki Türk okullarının (!) öğrencileri arasından seçilen öğrencilerin katılacağı organizasyon için 35 stadyum, 5 spor salonu tahsis edilmiş durumda.

Türk ulusunun 90 yıldır kutladığı milli bayramları stadyumlardan, meydanlardan çekiyorsunuz ama yandaşı olduğunuz zihniyetin ürettiği ve 23 Nisan'a alternatif olarak türettiği organizasyon için tüm olanakları sağlıyorsunuz. Bunun adı nedir?

Hadi anladık milli bayramlarda tanklar, askerler, uçaklar kortej yapıyor korkuyorsunuz. Türk gençliğinin bir arada kutlama yapmasından da mı korkuyorsunuz?

İyi uykular sayın seyirciler...




31 Ocak 2012 Salı

Kendini Bitiren Adam!

Malesef başlığın kahramanı Fenerbahçe camiasından biri. Geleceğin Fenerbahçe başkanı olarak görülen, kulübe hizmet etmiş, bayan voleybol takımının dünyada adını duyurmasında en önemli etken... Mehmet Ali Aydınlar.


Tek oğlu Kıbrıs'ta trafik kazasında hayatını yitirdiğinde kahrolmuştur. İnanıyorum ki şu an düştüğü durumda hissettikleri de farklı değildir.




Voleybolda bir biri ardına gelen zaferler, kupalar Mehmet Ali Aydınlar'ın yıldızının daha da parlamasına neden oldu. Aziz Yıldırım'dan sonra Ali Koç mu, Mehmet Ali Aydınlar mı gelecek tartışmalarının yaşandığı dönemde birden bire ve hiç ortada yokken tek aday olarak futbol federasyonu başkanı seçildiğinde olayların nasıl bu kadar hızlı ve bu yönde geliştiğine kendisinin de anlam veremediğini düşünüyorum.


Koltuğa daha yeni oturmuşken, yine birden bire kucağına bırakılan saatli bomba ve arkasından gelen sıkıntılı süreç kim olursa olsun herkesi rahatsız eder, oluşan kamuoyu baskısıyla yanlış kararlar almaya mecbur bırakabilirdi.


Ama Mehmet Ali Aydınlar'ın yaklaşık 7 ay süren başkanlık macerasında yaptığı her hareket, her açıklama yanlışlıklarla doluydu. Süreç başladığında yaptığı  "mahkeme kararını beklemeliyiz, esas olan masumiyet karinesi" açıklamalarından sonra, "başkan Fenerbahçeli nasılsa" baskılarıyla ve başta Lütfi Arıboğan olmak üzere federasyon yöneticilerinin desteğiyle (!) içinden çıkılmaz bir yere sürüklenen Türk futbolu, bugün yapılan istifa açıklamasıyla arapsaçına dönmüştür.


"Süper Kupa'nın oynanacağı" açıklamasıyla başlayan saçmalama ve yalanlama süreci, dün yapılan  "görevimizin başındayız, taşın altına elimizi koyuyoruz" açıklamasıyla Mehmet Ali Aydınlar açısından sona ermiş görünüyor.


Bu yaşanan süreç boyunca Mehmet Ali Aydınlar ve federasyon yetkilileri o kadar skandal kararlara imza atmışlardır ki, bu saçmalamalara UEFA bile dayanamamış ve kendilerini yarı yolda bırakmıştır. Apar topar alınan kararla Fenerbahçe'yi Avrupa'ya göndermeyenler topu UEFA'ya atmış, "eğer Fenerbahçe katılırsa 5 yıl Avrupa'dan Türk takımlarını men ederiz dediler" bahanesiyle kararın UEFA tarafından alındığını söylediler.  UEFA'nın mandası altına girdiklerini açık açık beyan eden federasyon yetkilileri oluşan kamuoyu baskısı sonucu, "UEFA bizi bağlamaz" tarzında saçma bir açıklama yapmışlardır.


Fenerbahçe'nin CAS'ta açmış olduğu davanın ciddiyetini gören UEFA anında futbol federasyonunu satarak Cornu'yu görevden almış ve kararı federasyonun verdiğini açıklamıştı.


Bu sıcak gündemde küme düşürülme-ligden çekilme tartışmaları yaşanırken, önce play-off sistemi, ardından da 58. maddenin değiştirilmesi isteği herkesin kafasını daha da karıştırdı. Şike ve teşvikle sonuna dek savaşacağını açıklayan, bunun sonunda kimsenin gözünün yaşına bakmayacağını söyleyen federasyon başta olmak üzere, Fenerbahçe'nin ligde olmaması durumunda büyük zarara uğrayacağını bilen diğer takımlar ve yayıncı kuruluş, (sözde) bu düzenleme ile Türk futbolunu kurtaracağını düşünüyordu.


58. maddenin uygulanması durumunda, mahkeme kararı sonucunda küme düşürülmesi gereken, kupaları elinden alınması gereken Fenerbahçe bu maddenin değiştirilmemesi için baskı yaparken başta Kulüpler Birliği Başkanı sıfatıyla genel kurulda 58. maddenin değiştirilmesi için konuşmalar yapan Yıldırım Demirören, hayır!' kararı sonrası dakikasında dönerek "Fenerbahçemiz" diyerek alınan kararı savunuyordu.


Federasyonun almış olduğu bu hezimet (!) sonrası istifa beklenirken, Mehmet Ali Aydınlar "görevimizin başındayız, Türk futbolunu kurtaracağız" açıklamasını daha dün yapmıştı. Ta ki UEFA'dan yeni bir açıklama gelene dek. UEFA'nın CAS'taki mahkeme sırasında yapmış olduğu savunmadan bir kesit:


"Şayet TFF elinde bulunan delillerden tatmin olmaz ve kulüp yetkililerinin şike yaptığı konusunda bir karara varamazsa, UEFA'ya kulübü Şampiyonlar Ligi'nden çekmenin erken bir karar olduğunu söyleme yetkisindedir. TFF bu savunmayla bize Fenerbahçe'yi ihraç edeceğini bildirmeseydi biz onu oynatırdık"


Mehmet Ali Aydınlar'ın kötü niyetli olduğunu düşünmüyorum. Ama yaptığı ve yapamadığı icraatlar sonucu hem federasyon başkanlığını eline yüzüne bulaştırdı, hem de çok sevdiği ve sevildiği Fenerbahçe camiasından dışlandı. Kimsenin sevmediği bir adam olarak anılacak.

Çok yazık...

11 Ekim 2011 Salı

Hiddink?

Mesut'un kıyağıyla veya Azerbaycan'ın defans hatasıyla gruptan ikinci çıktık diyebiliriz. Ama asla hak eden tarafın Türkiye olduğunu, alnımızın akıyla üst tura çıktığımızı söyleyemeyiz.


Benim anlayamadığım bir şey var ve neredeyse 2 yıldır beynimi kurcalıyor duruyor. Yahu bu Hiddink gittiği her milli takımı başarılı yapmadı mı? Gittiği her milli takımda anlayışı değiştirip, göze hoş gelen bir oyun, saldırgan bir takım ve hepsinden ötesi, takıma sistem getirmedi mi? Peki ne oldu da bizde işe yaramadı? 

Nerede yeni jenerasyon, e hani takımdaki revizyon? Hani mahalleye yeni gelen çocuk, mahalle takımında bir türlü oynayamaz ya, bizim milli takımda da aynı şey. Ne kadar formsuz olursan ol, her ne kadar takımında forma giyemesen de milli takımdaki yerin hazır. Bitmiş tükenmiş Aurelio'nun Almanya maçında sahada ne işi var? Deli dumrul Sabri nasıl oluyor da hala bu takımın vazgeçilmezi?

Almanya maçında ilk yarıda en etkili oyuncumuz Selçuk İnan neden ilk yarı sonunda kenara alınıyor? 90 dakika boyunca Sabri ve Aurelio'ya nasıl da dayanabiliyor? Azerbaycan maçında Gökhan Gönül'ün yedek, Sabri'nin ilk 11 oynamasına hiç aklım ermedi. Sakat diye düşündüm, kadroda değildir belki dedim ama yedek kulübesinde görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Milli takımdaki banko oyuncular formsuz olmasına rağmen ilk 11'de maça çıkıyor ama gencecik, hırslı, yetenekli gurbetçilerimiz yedek kulübesine mahkum oluyor. Bu gurbetçilere cidden içim sızlıyor. Sen git teklifleri reddet Türkiye'yi seç ama yedek otur. Mesut Almanya'yı seçti kral oldu, sonra da Mesut'u eleştirin.

Yaklaşık 2 yıldan beri ha bu maç ha şu maç dedik durduk. Bu takım değişecek, sistemi değişecek, taktiği, mantığı değişecek dedik durduk. Ama gördük ki başarısız olarak Güney Afrika'ya gidemeyen milli takım çok daha iyi bir futbol sergiliyordu. Yahu rakip Azerbaycan, mutlak kazanman gerekiyor. Mesut atıyor, attırıyor kıyağın kralını yapıyor ama bizimkiler resmen 0-0'a yatmanın hesabını yapıyor. Türkiye'nin en etkili, en formda, top ayağına en çok yakışan oyuncusu, takımın beyni Selçuk İnan yedek oturuyor.Girer girmez klasını konuşturup golü attırıyor.

Kafamdaki soru şu; ya biz Hiddink'i yanlış tanıdık ya da milli takımda başka şeyler dönüyor. Birileri kadroyu kuruyor, taktiği veriyor. Hiddink göstermelik olarak orada oturuyor. Ya da Hiddink'in hesapları takımdan kovularak çok istediği Chelsea'nin başına geçmek. Eğer hesaplar buysa, kusura bakma Guus biraz daha bizimlesin.

Neyse öyle veya böyle grup maçları bitti ve ite kaka gruptan çıkmayı başardık. Bakalım kuradan kim gelecek ve genelde bu tarz ölüm kalım maçlarından galip ayrılmayı bilen milli takım Euro 2012'ye gidebilecek mi? Hepimiz göreceğiz.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Revizyon?

Sorarım size Sabri'nin suçu ne? Ya da Servet'in, Aurelio'nun?

Her başarısızlık sonrası olduğu gibi, 2010 Dünya Kupası finallerine katılamadıktan sonra teknik kadro değişti, bununla beraber kadroda revizyon sesleri yükselmeye başladı.



Euro 2008'de yarı final oynayan Türkiye, 2010 elemeleri öncesi yine kadroda revizyona gitmiş ve Tümer Metin, Ayhan Akman, Gökdeniz Karadeniz, Rüştü Reçber gibi oyuncuları kadroya çağırmamış ve "revizyonun" ilk ayağını tamamlamıştı. Şimdi yapılması gereken özellikle Avrupa takımlarında kadroya giremeyenlerin yerine, ligdeki flaş ekiplerin göze batan oyuncularını ve kendilerinden söz ettiren gurbetçi gençlerimizi kadroya monte etmekti.

Ama bunun yerine kadro yine eski oyunculardan kuruldu, milli takıma tek tük davet edilen genç yetenekler ya ilk 18'e giremiyor ya da kulübede 90 dakikayı tamamlıyordu. Bitmiş Nihat, tek kabiliyeti olan hırsını kaybetmiş Tuncay gibi oyuncuların yer aldığı ve devamlı ilk 11 oynadığı milli takım haliyle Güney Afrika'ya gidemedi.


Yine bir başarısızlık ve yine bir teknik kadro değişimi. Bu sefer kendisini kanıtlamış bir hoca Guus Hiddink getirildi takımın başına. Hedef belliydi, Euro 2012'ye katılmak. İlk yapılması gereken tabiki "revizyon"du.

Yapıldı da... Tuncay, Nihat gibi verimsizlerin yanında Semih Şentürk te kesildi takımdan... Ama yine yanlış giden bir şeyler vardı. Borussia Dortmund'da harikalar yaratan Nuri yine yedek, deli dumrul Sabri yine ilk 11... Şampiyon Bursa'dan milli takıma sadece Sercan davet ediliyor, bazen de Volkan... Alman disipliniyle yetişmiş gurbetçiler yine müzmin yedek. Yani aynı tas, aynı hamam.

Dün akşam oynanan Türkiye-Almanya maçını izledik. Almanlar bizi ezdi geçti. Tamam Almanya'nın bizi yenmesi normal, ama kadroda ezelden beri kazma Servet Çetin'i, bitip tükenmiş Aurelio'yu, deli dumrul Sabri'yi görünce ve bu oyuncuların maçı katletmesine rağmen Selçuk İnan'ın ilk yarı sonunda oyundan alındığını görünce kafalarda bir soru işareti beliriyor.

Hiddink Kazakistan maçı sonunda "Türkler işi zora sokmayı seviyor" tarzında bir laf söyledi. İşi zora sokarız sokmasına da, iş zora girince gaza gelir toparlarız. Bu bizim özelliğimiz. Ama bunlar olmasın diye seni işin başına geçiriyorlarsa, kendi kariyerine ihanet edercesine bir takımı bu şekilde idare etmemen gerekir. 3-5-2 sisteminin kurucusu Hiddink, milli takımı hala eski kafa oyun sistemiyle ve verimsiz oyuncularla oynatıyor.


Biz Azerbaycan'ı yeneriz, 2.lik kontenjanından eleme maçına çıkarız. Seneye gideriz Euro 2012'ye. Ama katıldığımız turnuvalarda antrenörlerin gazıyla bir yerlere gelen milli takım Hiddink'le maalesef bir şey yapamaz. Ya gaza gelip oynamak bizim oyun sistemimiz olacak ve Yılmaz Vural, Fatih Terim tarzında yerli hocalar getirilecek takımın başına ya da Sepp Piontek gibi yabancı antrenörlere teslim edilen milli takım, tam anlamıyla revize olacak ve yeni nesil forma giyecek. Yoksa yaşanacak başarılar çok uzakta.

23 Eylül 2011 Cuma

Kadın Devrimi... Salı Sallandı...

Taşkınlık çıkartan erkeklerin yerine, kendileri güzel, ruhları güzel ama hepsinden öte hepimizden daha centilmen kadınların maça alınması TFF'nin vermiş olduğu en mantıklı karardı. Seyircisiz maçın vermiş olduğu ruhsuzluk yerine, cümbüş alayı gibi bir maç oldu.


Hoş taşkınlık demişken bir genelleme yaptım. Yoksa Fenerbahçe'nin seyircisiz maç oynama cezası almasının aktörleri TFF ve şanlı basınımızdır, o ayrı bir konu. Gerçi bir yandan da iyi oldu. Fenerbahçe camiasının ne kadar büyük olduğunu yine göstermiş olduk.

Bağdat Caddesi yürüyüşü, Topuk Yaylası ziyareti, Metris'e konvoy... Bunların hiçbirisi basında yeteri kadar boy göstermedi! Birkaç bin kişi ile geçiştirilen Bağdat Caddesi yürüyüşünü, ancak o anı yaşayanlar bilir. Ama bu sefer olmadı, yayıncı kuruluş başta olmak üzere tüm basın mecbur olarak yansıttı bu sevgiyi.

Dünya'da bir ilki gerçekleştirmek yine Fenerbahçe taraftarına düştü. 2 gün önce 35 bin kişiye oynayan Galatasaray tribünleri acaba salı akşamı ne düşünmüştür? Fenerbahçeli bayanlar taşın altına elini koydu ve camiasına sahip çıktı. Eğer bayanlara giriş serbest ise o stad dolmalıydı, normal günlerde olduğu gibi.

Eminim ki o biletler 100 TL'den satışa çıkarılmış olsaydı yine aynı yoğunluk olacaktı. Yine bayanlarımız o stadın kapısını kırarak gireceklerdi mabede. Belki erkekler gibi yüksek çıkmıyor sesleri, belki marşları hep bir ağızdan söyleyemiyorlar, belki de bir çoğu ofsaytın ne olduğunu bilmiyor. Ama ne fark eder yan hakem de bilmiyordu ki!!!


Evet staddan yükselen ses futbol tarihine vuvuzela gibi bir etki bıraktı. Ama kulakları tırmalarcasına değil, tüyleri diken diken edercesine. O akşam, Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda bir futbol maçı oynanmadı. O akşam kadınların devrimi yaşandı. Bu takıma sahip çıkıyoruz diye haykırdı kadınlarımız.

Ofsaytın ne olduğunu bilmeyin, gidin rakibi kendi takımınız sanıp alkışlayın ne farkeder. Siz o koskocaman yüreklerinizle dünya futbol tarihine geçtiniz.

Hepinizin yüreğine sağlık.