11 Ekim 2011 Salı

Hiddink?

Mesut'un kıyağıyla veya Azerbaycan'ın defans hatasıyla gruptan ikinci çıktık diyebiliriz. Ama asla hak eden tarafın Türkiye olduğunu, alnımızın akıyla üst tura çıktığımızı söyleyemeyiz.


Benim anlayamadığım bir şey var ve neredeyse 2 yıldır beynimi kurcalıyor duruyor. Yahu bu Hiddink gittiği her milli takımı başarılı yapmadı mı? Gittiği her milli takımda anlayışı değiştirip, göze hoş gelen bir oyun, saldırgan bir takım ve hepsinden ötesi, takıma sistem getirmedi mi? Peki ne oldu da bizde işe yaramadı? 

Nerede yeni jenerasyon, e hani takımdaki revizyon? Hani mahalleye yeni gelen çocuk, mahalle takımında bir türlü oynayamaz ya, bizim milli takımda da aynı şey. Ne kadar formsuz olursan ol, her ne kadar takımında forma giyemesen de milli takımdaki yerin hazır. Bitmiş tükenmiş Aurelio'nun Almanya maçında sahada ne işi var? Deli dumrul Sabri nasıl oluyor da hala bu takımın vazgeçilmezi?

Almanya maçında ilk yarıda en etkili oyuncumuz Selçuk İnan neden ilk yarı sonunda kenara alınıyor? 90 dakika boyunca Sabri ve Aurelio'ya nasıl da dayanabiliyor? Azerbaycan maçında Gökhan Gönül'ün yedek, Sabri'nin ilk 11 oynamasına hiç aklım ermedi. Sakat diye düşündüm, kadroda değildir belki dedim ama yedek kulübesinde görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Milli takımdaki banko oyuncular formsuz olmasına rağmen ilk 11'de maça çıkıyor ama gencecik, hırslı, yetenekli gurbetçilerimiz yedek kulübesine mahkum oluyor. Bu gurbetçilere cidden içim sızlıyor. Sen git teklifleri reddet Türkiye'yi seç ama yedek otur. Mesut Almanya'yı seçti kral oldu, sonra da Mesut'u eleştirin.

Yaklaşık 2 yıldan beri ha bu maç ha şu maç dedik durduk. Bu takım değişecek, sistemi değişecek, taktiği, mantığı değişecek dedik durduk. Ama gördük ki başarısız olarak Güney Afrika'ya gidemeyen milli takım çok daha iyi bir futbol sergiliyordu. Yahu rakip Azerbaycan, mutlak kazanman gerekiyor. Mesut atıyor, attırıyor kıyağın kralını yapıyor ama bizimkiler resmen 0-0'a yatmanın hesabını yapıyor. Türkiye'nin en etkili, en formda, top ayağına en çok yakışan oyuncusu, takımın beyni Selçuk İnan yedek oturuyor.Girer girmez klasını konuşturup golü attırıyor.

Kafamdaki soru şu; ya biz Hiddink'i yanlış tanıdık ya da milli takımda başka şeyler dönüyor. Birileri kadroyu kuruyor, taktiği veriyor. Hiddink göstermelik olarak orada oturuyor. Ya da Hiddink'in hesapları takımdan kovularak çok istediği Chelsea'nin başına geçmek. Eğer hesaplar buysa, kusura bakma Guus biraz daha bizimlesin.

Neyse öyle veya böyle grup maçları bitti ve ite kaka gruptan çıkmayı başardık. Bakalım kuradan kim gelecek ve genelde bu tarz ölüm kalım maçlarından galip ayrılmayı bilen milli takım Euro 2012'ye gidebilecek mi? Hepimiz göreceğiz.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Revizyon?

Sorarım size Sabri'nin suçu ne? Ya da Servet'in, Aurelio'nun?

Her başarısızlık sonrası olduğu gibi, 2010 Dünya Kupası finallerine katılamadıktan sonra teknik kadro değişti, bununla beraber kadroda revizyon sesleri yükselmeye başladı.



Euro 2008'de yarı final oynayan Türkiye, 2010 elemeleri öncesi yine kadroda revizyona gitmiş ve Tümer Metin, Ayhan Akman, Gökdeniz Karadeniz, Rüştü Reçber gibi oyuncuları kadroya çağırmamış ve "revizyonun" ilk ayağını tamamlamıştı. Şimdi yapılması gereken özellikle Avrupa takımlarında kadroya giremeyenlerin yerine, ligdeki flaş ekiplerin göze batan oyuncularını ve kendilerinden söz ettiren gurbetçi gençlerimizi kadroya monte etmekti.

Ama bunun yerine kadro yine eski oyunculardan kuruldu, milli takıma tek tük davet edilen genç yetenekler ya ilk 18'e giremiyor ya da kulübede 90 dakikayı tamamlıyordu. Bitmiş Nihat, tek kabiliyeti olan hırsını kaybetmiş Tuncay gibi oyuncuların yer aldığı ve devamlı ilk 11 oynadığı milli takım haliyle Güney Afrika'ya gidemedi.


Yine bir başarısızlık ve yine bir teknik kadro değişimi. Bu sefer kendisini kanıtlamış bir hoca Guus Hiddink getirildi takımın başına. Hedef belliydi, Euro 2012'ye katılmak. İlk yapılması gereken tabiki "revizyon"du.

Yapıldı da... Tuncay, Nihat gibi verimsizlerin yanında Semih Şentürk te kesildi takımdan... Ama yine yanlış giden bir şeyler vardı. Borussia Dortmund'da harikalar yaratan Nuri yine yedek, deli dumrul Sabri yine ilk 11... Şampiyon Bursa'dan milli takıma sadece Sercan davet ediliyor, bazen de Volkan... Alman disipliniyle yetişmiş gurbetçiler yine müzmin yedek. Yani aynı tas, aynı hamam.

Dün akşam oynanan Türkiye-Almanya maçını izledik. Almanlar bizi ezdi geçti. Tamam Almanya'nın bizi yenmesi normal, ama kadroda ezelden beri kazma Servet Çetin'i, bitip tükenmiş Aurelio'yu, deli dumrul Sabri'yi görünce ve bu oyuncuların maçı katletmesine rağmen Selçuk İnan'ın ilk yarı sonunda oyundan alındığını görünce kafalarda bir soru işareti beliriyor.

Hiddink Kazakistan maçı sonunda "Türkler işi zora sokmayı seviyor" tarzında bir laf söyledi. İşi zora sokarız sokmasına da, iş zora girince gaza gelir toparlarız. Bu bizim özelliğimiz. Ama bunlar olmasın diye seni işin başına geçiriyorlarsa, kendi kariyerine ihanet edercesine bir takımı bu şekilde idare etmemen gerekir. 3-5-2 sisteminin kurucusu Hiddink, milli takımı hala eski kafa oyun sistemiyle ve verimsiz oyuncularla oynatıyor.


Biz Azerbaycan'ı yeneriz, 2.lik kontenjanından eleme maçına çıkarız. Seneye gideriz Euro 2012'ye. Ama katıldığımız turnuvalarda antrenörlerin gazıyla bir yerlere gelen milli takım Hiddink'le maalesef bir şey yapamaz. Ya gaza gelip oynamak bizim oyun sistemimiz olacak ve Yılmaz Vural, Fatih Terim tarzında yerli hocalar getirilecek takımın başına ya da Sepp Piontek gibi yabancı antrenörlere teslim edilen milli takım, tam anlamıyla revize olacak ve yeni nesil forma giyecek. Yoksa yaşanacak başarılar çok uzakta.

23 Eylül 2011 Cuma

Kadın Devrimi... Salı Sallandı...

Taşkınlık çıkartan erkeklerin yerine, kendileri güzel, ruhları güzel ama hepsinden öte hepimizden daha centilmen kadınların maça alınması TFF'nin vermiş olduğu en mantıklı karardı. Seyircisiz maçın vermiş olduğu ruhsuzluk yerine, cümbüş alayı gibi bir maç oldu.


Hoş taşkınlık demişken bir genelleme yaptım. Yoksa Fenerbahçe'nin seyircisiz maç oynama cezası almasının aktörleri TFF ve şanlı basınımızdır, o ayrı bir konu. Gerçi bir yandan da iyi oldu. Fenerbahçe camiasının ne kadar büyük olduğunu yine göstermiş olduk.

Bağdat Caddesi yürüyüşü, Topuk Yaylası ziyareti, Metris'e konvoy... Bunların hiçbirisi basında yeteri kadar boy göstermedi! Birkaç bin kişi ile geçiştirilen Bağdat Caddesi yürüyüşünü, ancak o anı yaşayanlar bilir. Ama bu sefer olmadı, yayıncı kuruluş başta olmak üzere tüm basın mecbur olarak yansıttı bu sevgiyi.

Dünya'da bir ilki gerçekleştirmek yine Fenerbahçe taraftarına düştü. 2 gün önce 35 bin kişiye oynayan Galatasaray tribünleri acaba salı akşamı ne düşünmüştür? Fenerbahçeli bayanlar taşın altına elini koydu ve camiasına sahip çıktı. Eğer bayanlara giriş serbest ise o stad dolmalıydı, normal günlerde olduğu gibi.

Eminim ki o biletler 100 TL'den satışa çıkarılmış olsaydı yine aynı yoğunluk olacaktı. Yine bayanlarımız o stadın kapısını kırarak gireceklerdi mabede. Belki erkekler gibi yüksek çıkmıyor sesleri, belki marşları hep bir ağızdan söyleyemiyorlar, belki de bir çoğu ofsaytın ne olduğunu bilmiyor. Ama ne fark eder yan hakem de bilmiyordu ki!!!


Evet staddan yükselen ses futbol tarihine vuvuzela gibi bir etki bıraktı. Ama kulakları tırmalarcasına değil, tüyleri diken diken edercesine. O akşam, Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda bir futbol maçı oynanmadı. O akşam kadınların devrimi yaşandı. Bu takıma sahip çıkıyoruz diye haykırdı kadınlarımız.

Ofsaytın ne olduğunu bilmeyin, gidin rakibi kendi takımınız sanıp alkışlayın ne farkeder. Siz o koskocaman yüreklerinizle dünya futbol tarihine geçtiniz.

Hepinizin yüreğine sağlık.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Milli Forma!!!

Milli takım bir sporcu için ne kadar önemli ve kutsalsa, milli forma da o derece önemli ve kutsaldır. Milli formayı gördüğünde dahi etkilenmeli insan.

Her ülkenin kendisine özgü milli forma şekli-deseni vardır. Yıllar geçse de, teknoloji ilerlese de, moda değişse de o forma değişmez. Türk milli takımı yıllar sonra yanlışından döndü ve göğsündeki ay-yıldızlı formasına tekrar kavuştu. Ayrıca bizim milli takımımızın bir özelliği -ki sanırım dünyada tek- diğer ülkeler gibi formasında federasyonun armasını taşımaz, bayrağını taşır.

Tüm branşlarda kırmızı, beyaz ağırlıklı formalarımız var. Bazen siyah, bazen turkuaz renkli milli formalarımız da var. Futboldan sonra basketbol milli formamız da kendimize özgü, sade ama bizim. Her turnuvada hemen hemen aynı formayı giydiğimizi görebilirsiniz. Keza atletizm formalarımız, güreş ve halter mayolarımız. Mavidir, kırmızıdır ama hepsinin göğsünde bayrağımız vardır.

Gel gelelim ki voleybol milli takımımızın formaları hemen hemen her turnuva farklılık gösteriyor. Malesef ki her geçen turnuva formamızın çirkinliği de artıyor. Hayır kime yaptırtıyorlar, kim dizayn ediyor... En vahim soru ise şu; bu formaları kim, nasıl beğeniyor da üretilmesine izin veriyor.



Filenin sultanlarına da, filenin aslanlarına da (ki daha önceden efeler diye anılıyorlardı) bu formalar yakışmıyor.

Yanlış Giden Bir Şeyler Var...

EuroBasket 2011 bizim için bitti. Farklı kazandığımız Portekiz ve Büyük Britanya galibiyetlerinden sonra hedef olarak konulan 2012 Londra Olimpiyatları'na katılım hakkının kazanılmasının da üzerine çıkıp madalya şansımız çok yüksek olarak görülüyordu.

Ardından gelen Litvanya mağlubiyeti ev sahibi takıma karşı oynadığımız için maruz görüldü. Hakemler tarafından katledilen Polonya maçı ile gelen mağlubiyet, tehlike çanlarını duymamıza sebep oldu. Son maçta Büyük Britanya'nın kıyağı ve son çeyrekte yaptığımız muhteşem savunma ile sadece 2 sayı yediğimiz İspanya maçı sonrası üst gruba çıkarak hedeflerimiz doğrultusunda ilerlemeye devam ediyorduk.


2. turda arka arkaya gelen Fransa, Almanya ve Sırbistan mağlubiyetlerinin ortak noktası şuydu; oyundan tamamen kopulan bir çeyrek, oyuna ortak olmak için muhteşem oynanan öbür çeyrek, girmeyen faul atışları ve sokulamayan son top. Basketbolda Türk ekolü diye bir kavram oluşması için yıllardır uğraş veriliyor. Yıldızlık seviyesi ne olursa olsun takım içinde huzursuzluk çıkartan, verim alınamayan oyuncuları gönderip, genç, kabiliyetli ve başarıya aç oyuncuların çok olduğu bir takım kuruldu. Yeni jenerasyonun yanında tecrübeli abileriyle turnuvalar oynandı. Başarısız her turnuva sonunda bu takımın daha iyi yerlere geleceği söylendi.

Ki geldi de... 2010 yılında Dünya Şampiyonası'nın ülkemizde yapılıyor olmasından dolayı ev sahibi ülke avantajını çok iyi kullanmamız, takımların NBA yıldızlarının turnuvaya katılmaması gibi etkenleri de göz önünde bulundurarak, yıllardır emek verilen kadro ilk meyvesini verdi ve Dünya 2.si apoletini omuzuna taktı.

Bu takımın kurulmasında çok büyük emekleri olan, tedavisini yarım bırakarak tek bir antreman dahi kaçırmayan, yer yer çok eleştirilen fakat herşeye rağmen milli takımın daha önce kazanamadığı başarıları kazandıran Tanjevic'in ardından Orhun Ene'yle yeni bir başlangıç yapan 12 Dev Adam malesef Litvanya'dan hüsranla döndü.


Semih Erden'in yokluğunu ribaund bakımından kapatan, sayı bakımından ise daha yukarılara taşıyan Enes Kanter ile aşan, geçen sene neredeyse sayı dahi atamayan Barış Ermiş'in yerine 1-2-3 poziyonlarında oynayabilen ve takıma büyük katkı sağlayan Emir Preldzic ile takviye eden 12 Dev Adam'ın bu turda elenmemesi gerekiyordu ama malesef buraya kadarmış.

Ülkemizde yapılan 2001 Avrupa Şampiyonası'nda kazandığımız 2.lik ve 2010 Dünya Şampiyonası'nda kazandığımız 2.likten başka malesef herhangi bir başarımız yok. Ya zirvedeyiz ya da en dipte.


Yunanistan, İspanya, Almanya, Fransa, Rusya, Litvanya hemen hemen her turnuvada ilk 8'in içinde. Bu takımların herhangi birisi çeyrek final öncesi elendiğinde büyük şaşkınlık yaşanıyor. Ama bizde durum çok daha farklı... Başarılı olduğumuzda da herkes şaşırıyor, başarısız olduğumuzda da... 

Diyorum ya yanlış giden bir şeyler var...

Gidenlerin Ardından

104 yıllık tarihinde maruz kaldığı en büyük suçlamayla sarsılan Fenerbahçe'ye, kuşkusuz en büyük kazığı TFF attı. Soruşturma süreci boyunca Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde mücadele edeceğini söyleyen federasyon, kura çekiminden 1 gün önce Fenerbahçe'yi Avrupa'ya göndermeme kararı aldı.

Topu UEFA'ya atan TFF olaydan sıyrılmak isterken, UEFA'nın topu TFF'ye atması üzerine sıkıntılı dönemler geçirmeye başladı. Dava başladığında ve Fenerbahçe'nin suçsuz olduğu anlaşıldığında ise nasıl bir oyuna alet olduklarını anlayacaklar.


Başlı başına bir tartışma konusu, neyse ki konumuz bu değil. Fenerbahçe'nin bu sıkıntılı dönemlerinde yönetim mantıklı bir karar vererek küçülmeye gitti. Talibi olan yabancı futbolcular bir bir satılmaya başlandı. Henüz resmi maç oynayamadan satılan Emenike, ardından geldiği günden beri eleştiri oklarına maruz kalan okçu Guiza.

Daha sonra takımın sembol isimleri arasında olan ve Copa America şampiyonu Uruguay'ın kaptanı Lugano, Brezilya milli takımının sol kanat oyuncusu, geldiği günden beri inişli-çıkışlı grafik sergileyen fakat devamlı kendini geliştiren ve transfer olacağı kesin olan Andre Santos. En son olarak, geçen yıl gelen şampiyonlukta büyük payı olan, uzun zamandır Fenerbahçe taraftarının istediği forvet özelliklerine sahip Niang.


Geçen sene Karabük formasıyla fırtınalar estiren, tüm büyük kulüplerin gözdesi Emenike'yi transfer ederek hücum hattını güçlendiren, yırtıcı ve güçlü bir forvet transferiyle forvet hattında kafasında soru işareti kalmamış bir Fenerbahçe... La Liga gol kralı, Fenerbahçe'de vasatı bir türlü aşamayan, geçen sezon sadece 1 gol atan ama attığı o golle Fenerbahçe'yi ipten alan Guiza...

Fenerbahçe tarihinin gelmiş geçmiş en etkili stoperlerinden, hırslı ve sert futbolu ile taraftarın gözdesi, rakiplerin korkulu rüyası, 2010 Dünya Kupası'nda gelen 3.lükten sonra Copa America'yı da kaldıran Uruguay'ın kaptanı, melek yüzlü şeytan, Chucky Lugano... Avrupa'da hangi takıma koyarsan koy sırıtmayacak, Brezilya milli takımının sol kanat oyuncusu, defans oynamasına rağmen istatistiklere baktığınızda Arda'dan daha fazla gol ortalamasına sahip Andre Santos... 31 yaşında olmasına rağmen uzun yıllardır Fenerbahçe taraftarının beklediği gibi yetenekli, güçlü, gole aç, takıma hemen adapte olan Niang...



Kolay değil, ilk 11 oynatabileceğiniz 5 yabancıyı aniden göndermek. Fenerbahçe bu transferlerden yaklaşık 30 milyon Euro gelir sağladı. Fakat bu sezon bu kadroyla kazanacakları çok daha fazlasıydı.

Geri dönen Yobo, sol kanat Ziegler ve etkili forvet Bienvenu ile yine başarılar elde edilecektir fakat uzun süre sonra kurulan mükemmele yakın kadronun entrikalar sonucu çarçur edilmesini tarih asla unutmayacaktır.

1 Eylül 2011 Perşembe

Adam Olacak Çocuk-2; Emir Preldzic

2007 senesinde Tanjevic'in milli takım antrenörlüğünün yanı sıra, Fenerbahçe Ülker'in de başına geçmesiyle takıma dahil olan Emir Preldzic henüz 20 yaşında olmasına rağmen "yeni Bodiroga" diye anılmaya başlanmıştı.


Bosna Hersek asıllı Sloven basketbolcu Emir Preldzic, Tanjevic'in desteği ile gün geçtikçe kendisini geliştirdi. 1-2-3 pozisyonlarında rahat rahat oynayabilen, içeri penetrelerden kaçınmayan, oyun kurabilen Emir, Türkiye adına milli formayı giymeyi istediğini söylediğinde Sloven yetkililerle kriz yaşandı. Uzun uğraşlar sonucu Fiba ve Slovenya Basketbol Federasyonu'ndan gerekli izinler alındı ve Emir milli takımda Mirsad Türkcan'ın forma numarası olan 6 numarayı sırtına geçirdi.

EuroBasket 2011 grup maçlarında Portekiz ve Büyük Britanya karşısında istenilen performansı gösterdi.  Büyük Britanya karşısında benchten gelerek 15 sayı, 4 ribaund ve 6 asistlik performansının yanı sıra, maçı tümüyle izlediğinizde takıma sağladığı katkı gayet açık bir şekilde görülmekte.


Milli takımda kalıplaşmış 8-9 oyuncunun yanı sıra genellikle hiç süre almayan 2-3 oyuncu takviyesiyle 12 kişilik kadro tamamlanmaktaydı. Bu sefer olay çok farklı. İzzet Türkyılmaz hariç herkes ilk 5 oynayabilecek kapasitede.

Emir şuan yedek fakat yeri geldiğinde Kerem Tunçeri, Ömer Onan, Hidayet Türkoğlu ve hatta Ersan İlyasova'nın yerine girdiğinde sahada sırıtmayacak şekilde oynuyor. İnanıyorum ki turnuva devam ettikçe Emir'in performansı daha da artacak, ayrıca yıllarca milli formayı sırtından çıkartmayacak.

Güle Güle 27

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sol kanat oyuncusu Roberto Carlos'un Fenerbahçe'ye transferi hem Fenerbahçe hem de Türk futbolu için büyük reklam malzemesi oldu. Fenerbahçe'ye yaptığı katkı tartışılsa da böyle büyük bir futbolcunun Süper Lig'de yer alması ligin imajı için büyük önem taşıyordu.

Dimas'tan beri sol kanatta her zaman sıkıntı yaşayan, yılların stoperi sağ ayaklı Ümit Özat'ı sol kanat oyuncusu olarak oynatan Fenerbahçe dünyanın en iyi sol kanat oyuncusuyla sözleşmesi bittikten sonra yerine kaliteli bir futbolcu aramak için Aykut Kocaman'ı Brezilya'ya göndermişti. Görüşmeler sonucunda Fenerbahçe, Brezilya milli takımının sol defans oyuncusu Andre Santos'u renklerine bağladı.


Geldiği günden beri devamlı eleştirilen, yeri geldiğinde antrenörle anlaşamayan, sezon öncesi kampa 10 kilo fazlalıkla gelerek eleştiri oklarını yine üzerine çeken ama asıl mevkisi defansın solu olmasına rağmen sol açık oynatılırken, mevkisinde hiç sırıtmayarak takımına devamlı katkı sağlayan Andre Santos kariyerini Arsenal'de sürdürecek.

Türk futbolunun altın çocuğu, yeni Metin Oktay diye lanse edilen Arda Turan'ın ligde oynadığı 144 maçta attığı  26 gole karşılık, devamlı eleştirilen defans Andre Santos ligde oynadığı 40 maçta 13 gol attı.

Oynadığı 2 sezon boyunca başarılı performans sergileyen Andre Santos'a katkılarından dolayı teşekkür ederiz. Sistem takımı Arsenal'de kendisine her zaman yer bulacağından ve başarılı olacağından hiç şüphem yok. 90+4'te Gaziantepspor'a attığın o golü asla unutmayacağız, güle güle Andre.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Adam Olacak Çocuk; Enes Kanter

EuroBasket 2011 Litvanya'da başladı ve 19 gün sürecek bu organizasyona ülkemiz dünya 2.si sıfatıyla katılıyor.

Bu sene 24 takımın katılıyor olmasından dolayı şampiyonalarda pek yer alamayan Finlandiya, Gürcistan, Makedonya, Karadağ, Belçika, Büyük Britanya gibi takımların yer alması şampiyonaya güzel basketbol adına bir katkı sağlayacak mı bilemiyorum ama izleyici ve reklam bakımından büyük katkı sağlayacağı kesin.

Grubumuzda İspanya ve Litvanya gibi Avrupa basketbolunda adından söz ettiren ve daha önemlisi birer ekol olan iki ülkenin yanı sıra Büyük Britanya, Portekiz ve Polonya gibi vasat takımlar yer alıyor.

Her turnuva öncesi yapılan hazırlık maçlarında genellikle istenilen performansı gösteremeyen fakat şampiyonada fırtına gibi esen milli takımımız, yine hazırlık turnuvalarında istenilen performansı gösteremedi. Fakat grup maçlarına Portekiz maçıyla başlayan 12 Dev Adam yine turnuvaya damgasını vuracak gibi.

Geçen seneye nazaran kadrosuna Banvit'ten genç İzzet Türkyılmaz, Slovenya Basketbol Federasyonu'yla yapılan uzun pazarlıklar sonucu milli formayı giymeye hak kazanan Boşnak asıllı Emir Preldzic ve basketbol hayatı başlamadan bitme noktasına gelen, NCAA'de forma giymesine izin verilmemesine ve 1,5 yıldır basketbol oynamamasına rağmen Utah Jazz tarafından 3. sırada draft edilen 19 yaşındaki Enes Kanter'i katan 12 Dev Adam uzun bir aradan sonra -ve her nekadar rakip zayıf olsa da- muhteşem bir başlangıç yaparak, 12 oyuncusunun da skor bulmasıyla sahadan 23 sayı farkla galip ayrıldı.


Herkesin gözü Enes Kanter'in üzerindeydi ve Enes beklentileri boşa çıkarmadı. Henüz 19 yaşında olmasına ve ilk kez milli formayı giymesine rağmen 14 sayı 7 ribauntluk bir performans sergileyerek takımın en skoreri olmayı başardı. Güçlü fiziği, yüksek top hakimiyeti ve skorer oyunuyla geleceğin en büyük yıldız adaylarından biri olacağını kanıtladı. Türk milli takımına uzun süre ve başarıyla hizmet edeceği aşikar, asıl önemli olan NBA öncesi hazırlık döneminde elde ettiği istatistiklerle geleceğin yıldızı olacağı gerçeği.

Malesef gerek Fenerbahçe Ülker yöneticilerinin gerek başta babası olmak üzere aklını kurcalayan kişiler yüzünden genç yıldız adayını Fenerbahçe Ülker forması altında pek izleme şansı bulamadık. İnanıyorum ki Enes Kanter kendisini NBA'de kanıtlayarak hepimizi utandıracak.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Güle Güle Chucky

2006 yılından beri Fenerbahçe forması giyen Diego Lugano hırsı, sert futbolu ve duran toplardan attığı kafa golleriyle Fenerbahçe taraftarının sevgilisi.


Futbola 19 yaşında başlayan Tota, sadece 3 sene sonunda  Sao Paulo'ya transfer olarak kalitesini göstermiş, 2006 senesinde geldiği Fenerbahçe'de bir diğer cesur yürek Luciano ile oynama fırsatı bulamamasına rağmen, rakiplerle dövüşerek baş edebilmiş melek yüzlü şeytan.

Uche-Högh ikilisinden sonra stoper mevkisinde sorunlar yaşayan ve Luciano'nun gelmesiyle rahatlayan Fenerbahçe'ye Luciano'dan daha fazla katkı verdi. Santra vuruşuyla beraber başlayan agresif futbolu, rakip futbolcuları tabiri caizse ısıran müdafaası ve elbette ki duran toplardan attığı goller.


Her transfer döneminde adı İtalyan kulüpleriyle anılan, 2010 Dünya Kupası'nda  yarı final oynayan ve 2011 Copa America şampiyonu Uruguay'ın kaptanı, Uruguay halkının idolü, Fenerbahçe taraftarının en sevdiği futbolcu, sonunda yuvadan uçuyor.

Bize kattığın her şey için teşekkürler, sana asla kırgın değiliz. Aksine seni desteklemeye devam edeceğiz. Biliyoruz ki Fransa'da atacağın çok gol, savunacağın bir çok yıldız var.




24 Ağustos 2011 Çarşamba

Play-Ooofffff

Türk futbolu tarihi günlerini yaşamaya devam ediyor. Şike soruşturmasıyla çalkalanan ligimizde, bir başka tartışma konusu da play-off sistemi.

Liglerin başlamasına 3 haftadan daha az bir süre kala tüm ligin statüsünü değiştirecek, her hafta 1 maç mantığını değiştirerek haftaiçi de maçların oynanmasını sağlayacak, kulüplerin Avrupa kupası maçları ve milli takımın grup eleme maçları göz önünde bulundurulduğunda, futbolcuların anasını ağlatacak bir durum söz konusu. Yayıncı kuruluşun gelirini arttırmak amacıyla apar topar verilen bu karar sezon sonunda tüm kulüplerin pişman olmasıyla son bulacak.

Ligin statüsünü değiştirmek istersiniz, o ayrı bir durum. Fakat bunu sezon biter bitmez gelecek sezon için uygularsınız. Böylelikle takımlar kadrolarını buna göre şekillendirir, zaten uzun bir maraton olan lig, play-off maçlarıyla upuzun bir maratona dönüşeceği için ona göre takviyeler yapılır, kadroya buna göre fazla oyuncu ilave edilir.

34 maç üzerinden oynanacak lige göre takımlarını kuran ve zaten 3 kulvarda da yarışacak kaliteli bir kadro kurmakta zorlanan kulüplerimiz bu ani kararla lig sonunu nasıl getirecek hep beraber göreceğiz.

İlk 4 takımın, ligde kazandıkları puanların yarısını play-off grubuna taşıyarak çift maç usulü oynayacakları mini lig sonunda şampiyon ve Avrupa kupalarına katılacak takımların sıralaması belirlenecek. Bu durumda normal sezonu 4. bitiren takımın şampiyonluğunu ilan edebileceği gibi, normal sezonu lider bitiren takımın Avrupa'ya gidememe gibi bir durumu da olabilecek. Çünkü 5-6-7-8. sıradaki takımlar da kendi aralarında eleme usulü maç yapacak ve bu grubun 1.si ile play-off grubunun 4.sü arasında yapılacak maçlar sonunda Avrupa'ya gidecek son takım belli olacak.

Üst düzey tüm liglerde oynanan 34-38 hafta arası süren normal lig sezonuna ilave olarak, Hollanda, Belçika gibi 12-14 takımla oynanan liglerde uygulanan play-off maçları ligimizi karmakarışık yapacak. Bu sezon denemesi yapılacak yeni Ultra-Süper Lig'in sonucunu hep beraber göreceğiz.

23 Ağustos 2011 Salı

Yayın Yasağı!

3 Temmuz 2011, Türk futbol tarihinin en önemli olayı ve ilk şike soruşturmasının başlangıç tarihi...

Emenike'nin para sayarken görüntüsü, Eskişehir'e giden bir bavul para ve telefon kayıtları, Aziz Yıldırım ve Mecnun Odyakmaz'ın şike yemeği, Olgun Peker ile telefon görüşmeleri, çıkan silahlar, Korcan'ın yediği şikeli gol, Semih'in mamalanma söylemi vs.



3 Temmuz 2011 tarihinden itibaren mantıklı-mantıksız binlerce haber, iftira, karalama kampanyası... Ya basının uydurması ya da polisten, savcıdan sızdırdıkları. 50 günden beri tüm Türkiye bu haberlerle çalkalanıyor. Her haberde, her programda Fenerbahçe taraftarının kini daha da artıyor.

Ve 22 Ağustos 2011, mahkeme şike soruşturması için yayın yasağı getirdi!

"Suçlu oldukları ispatlanana dek herkes suçsuzdur" temeline dayanan hukuk ve adalet sistemi ülkemizde "herkes, suçsuzluğunu kanıtlayana dek suçludur" mantığıyla işlemektedir.

Böyle hantal ve ilkel bir yargı sistemiyle yapılacak olan yargılamanın ne kadar sağlıklı olacağı ciddi bir tartışma konusu.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Düşene Tekme Atanlar-2; Çığırtkanlar

Yatıyoruz şike, kalkıyoruz şike... Futbol denince aklımıza sadece şike operasyonu geliyor. Ortada suçlamalar var, yeterli veya yetersiz olup olmadığını henüz bilemediğimiz bir takım deliller var. Daha iddianame hazırlanmamış, dava açılmamış, ifade alım süreçleri devam ederken Galatasaray'dan gelen üst üste açıklamalar cidden düşündürücü.


Federasyonun vereceği karar ne olursa olsun bir taraf üzülecek, diğer taraf adaletli olduğuna inanacaktı. Öyle de oldu. Daha 3. günlerinde kucaklarında bomba bulan federasyon yönetimi savcılıktan belge ve bilgi istemiş, geç gelen belgelerin yeterli olmaması sonucu bir karar verememiş ve dava sürecinin beklenmesi gerektiğini açıklamıştı.

Bu kararı beğenmeyen kelle avcıları ise federasyonun böbreklerine çalışmaya başlamış ve "artık kırmızı kart cezasını da mahkeme mi verecek" diyerek seviyeyi iyice aşağıya çekmiş, Gökmen Özdenak gibi şovmenler ellerinde fotokopi kağıtlarını savurarak "adalet" diye haykırmıştı.

Baklava çalma davasının bile yıllarca sürdüğü ülkemizde, Türk spor tarihinin en büyük davasının henüz başlamamış olmasına rağmen Fenerbahçe küme düşürülmek isteniyor. "Suçluluğu kanıtlanana dek herkes suçsuzdur" temeline dayanan hukuk ve adalet sistemi hiçe sayılarak infazın hemen gerçekleşmesi isteniyor.

Trabzonspor yönetiminin "82 puanla elimizden alınan şampiyonluk" adlı komedyasından sonra Galatasaray yönetiminin "parmağı kesmezsek kangrenli kolu keserler" adlı trajikomik eserinde federasyona çağrılar yapılmakta, aksi halde UEFA ve FIFA'ya şikayet edeceklerini açık açık söylemekteler.

Şike kavramının 8-0'lık Anakaragücü maçıyla lügatımıza girdiğini unutanlar, 20.45 muhabbetinin ilk anıldığı sezon Galatasaray'ın 9 puan öndeki Fenerbahçe'yi geçerek kazandığı şampiyonluğu haklı, Fenerbahçe'nin 9 puan öndeki Trabzonspor'u geçerek kazandığı şampiyonluğu şaibeli bulanlar, yapılan son açıklamada "nüfusun yarısının 24 yaş altında olmasına rağmen sadece futbolda değil tüm spor branşlarında bir türlü başarıların gelmemesini" federasyonun küme düşürmemesine bağlayanlar, unutmasınlar ki hepimiz aynı gemideyiz.

Türkiye'nin en büyük spor camiası olan, taraftarının en çok sahip çıktığı takım olan Fenerbahçe'ye oynanan oyunlar ortada. Bu devran bir gün döner ve o sap size dönerse bakalım siz bu durumdan nasıl kurtulacaksınız
.
Gördüğünüz ve yaşattığınız üzere düşenin dostu olmaz. Bunu asla unutmayın.

19 Ağustos 2011 Cuma

Asker Hugo

Zamanında attığı her golden sonra çaktığı asker selamı ile "Asker Bülent" diye anılan Bülent Uygun'un şike soruşturması sonucu tutuklu olarak yargılandığı bu günlerde, artan şehit haberlerine tüm kamuoyu tepki gösterdi.



Zamanında yine artan şehit haberleri sonucunda milli takım, (yanlış hatırlamıyorsam) Makedonya maçı öncesi seremonide asker selamı vermiş fakat yayıncı kuruluşun beceriksizliği yüzünden kameralara yansımamıştı.

Bu sefer spor dünyasından şehit haberlerine gelen ilk fiili tepki Hugo Almeida'dan geldi. Yarım sezondur Türkiye'de oynamasına rağmen, canımızın sıkkın olduğu bu günlerde yapmış olduğu jest alkışa değer.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Bıçak kemiğe dayandı!

Milli Savunma (!) Bakanı

Yine yandı ciğerler 8 şehit haberiyle. PKK'nın azıttığı bu dönemde, her gün yeni şehit haberleri geliyor. Bu dönemde hükümet güneydoğu komşumuz Suriye'de yaşanan olaylarla ilgilenirken, ülkenin güneydoğusunda yaşanan terör olayları için açıklama yapmıyor. Ramazan sonunda bir harekat bekleniyor. Ama her geçen gün yaramız daha da kanıyor.

Silvan'da kaçırılan askerleri arayan time açılan ateş sonrası 13 şehit vermiştik. Komutanlar suçlu bulunarak cezalandırılmıştı. Peki bugünkü acı haber üzerine Milli Savunma Bakanı'nın açıklamasına ne demek gerek?



“Onlar hayalle uğraşıyorlar. Terörle Türkiye Cumhuriyeti'nden alabilecekleri hiçbir şey yoktur. Türkiye Cumhuriyeti herkesin düşünemediği kadar bölgesinde lider, her bakımdan, hem ekonomik bakımdan, hem askeri bakımından. Peki bunlar ne yapacaklar? Bunlar sadece bizim sabrımızı taşırmaya çalışıyorlar.

İstiyorlar ki kendileri hukuk tanımazlar, kural tanımazlar, bizim de kendilerine benzememizi istiyorlar. İşte devletle çete arasındaki fark budur. Biz hukuk ve demokrasi içerisinde bunları alt edeceğiz.  Alt ettiğimizi de herkes görecek inşallah. Peki yaptıkları nedir? Zulümdür,  tehdittir, terördür. Ama bunlar misliyle karşılığını bulacaktır.”

Taktik hatası olduğuna inandığı komutanları görevlerinden alan Milli Savunma Bakanı, inatlaşan çocuk gibi meydan okuyacağına bir adım atmayı düşünüyormu acaba?

Sesimi duyan var mı?

17 Ağustos 1999 tarihinde sadece 45 saniye süren 7,4 şiddetindeki Gölcük merkezli deprem, resmi kayıtlara göre 17480 kişinin ölümüne, 23781 kişinin yaralanmasına sebep oldu.



Türkiye'nin yakın tarihinde yaşamış olduğu en büyük felaket olan Gölcük depreminde, cezalandırılacak yetkili bulunamadığı, ceza alanların ise Rahşan affı ile yırttıkları, insanlık tarihinin en utanç verici durumlarını yaşadığımız o dönemin üzerinden tam 12 yıl geçti.

Yerli-yabancı yüzlerce gönüllü arama-kurtarma kuruluşunun göçüklerden çıkardığı cesetler, günler sonra tam umut kesildi derken yaşanan mucizeler ve tüyleri diken diken eden o sesleniş: "Sesimi duyan var mı?"

Neslimizin asla unutamayacağı 17 Ağustos felaketinin tüm kurbanlarını ve mağdurlarını anıyoruz.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

İlk imparator'un son günü... Nejad Biyedic


Bursaspor’da futbolculuk ve antrenörlük dönemlerinde yaşadığı ve yaşattığı başarılarla “İmparator” lakabını alan Nejad Biyedic, uzun zamandan beri boğuştuğu hastalığına yenilerek bugün hayata gözlerini yumdu.




Futbolculuk dönemini hatırlamasam da antrenörlük döneminde Bursaspor’un İntertoto kupasında arka arkaya kazandığı zaferler ve ligde büyük takımlara kök söktüren futbolunu unutmak imkansız. Baliç’li, Gabric’li, Mususi’li, Ercüment’li kadroyu ve timsah yürüyüşünü kim unutur ki.

Nejat Biyedic ülkemizde bir çok takımı çalıştırdı ama o herzaman kendisinin de söylediği gibi Bursasporluydu. Türkiye’de oynayan Yugoslav futbolcular arasında en başarılısı olan Nejad Biyedic memleketi Mostar’da toprağa verildi.

Mekanın cennet olsun “İmparator”. Futbol seyircisi seni asla unutmayacak.

14 Ağustos 2011 Pazar

Beyoğlu'nda gezersin...

Malumuzun üzere şike soruşturması ve yankıları devam etmekte. Fenerbahçe taraftarı bu zor dönemde kulübüne sahip çıkıyor, "aklanında gelin" diyerek  kimseyi zan altında bırakmıyor, başkanı ve yöneticilerinin suçsuzluğuna inandığı için bu durumu protesto ediyor.


Topuk Yaylası ve ardından Bağdat Caddesi yürüyüşünün ardından, Metris'e konvoy düzenleyerek başkana "yanındayız" mesajı veriyor. Yaylada yanan ilk ateşin ardından protestolar devam edecekti. İstiklal Caddesi'nde yürüyüş tertiplendi. Hükümetin valisi güvenlik gerekçesiyle yürüyüşe izin vermiyor. Hadi buna anlam yükleyebilirim fakat Galatasaray taraftarının bu tepkisini anlayabilmiş değilim.

Bu Galatasaray'a karşı yapılan bir meydan okuma değil. Bu tamamen kulübe sahip çıkmak amacıyla yapılmış bir gösteri. Günlerce Beşiktaş adliyesinin önünde formalarıyla bekleyen Fenerbahçe taraftarına nasıl Beşiktaşlılar saygısızlık etmediyse, Galatasaray taraftarının da durumu idrak etmesi gerekirdi.

Ama olmadı. Zaten olması da pek beklenmiyordu. Sonunda ne oldu? Münferit taraftar yine organize oldu, kendi çöplüklerinde madara oldular. Fenerbahçe taraftarı İstiklal Caddesi'nde yürüyüşünü yaptı, lise önündekiler köşeden bakmakla yetindiler.


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Bir ters orantı gerçeği; Tuncay Şanlı

Fenerbahçe'ye transfer olduğunda, efsaneler arasına girecek gözüyle bakılıyordu. Ama Avrupa'da oynamak uğruna İngiltere'nin vasat takımlarından Middlesbrough'a transfer oldu, ertesi sene küme düştü. Büyük takımlara transfer olacak dedikoduları eşliğinde Stoke City'ye transfer oldu, üstelik 2 sezon yedek bekledi. Bu süre zarfında milli takımda inişli-çıkışlı ama genelde kötü bir performans sergiledi. Her geçen sene eski Tuncay'ı arattı.


İngiltere'de oynadığı takımlara nazaran daha iyi bir takım olan Wolfsburg'a gittiğinde yorumcular Bundesliga'nın tam Tuncay'a göre olduğunu, dolayısıyla Tuncay'ın eski günlerine dönebileceğini yazıyorlardı. Fakat yine olmadı. Tuncay yarım sezonluk Almanya macerasının sonunda Okocha ve Diouf gibi sempati duyduğumuz futbolcuların oynadığı Bolton'a transfer oldu.

2. İngiltere macerası nasıl geçecek bilinmez ama Tuncay'ın performansı ile transfer olduğu takım arasındaki ters orantı devam ediyor. Fenerbahçe'de yıldız iken Middlesbrough'a transfer olması, burada iyi performans gösterip ardından saçma sapan bir takım transfer olması. Stoke City'de kulübeden çıkamadığı halde Almanya'ya transfer olması. Wolfsburg'da yarım sezonda takımdan gönderilmesinin ardından Bolton macerası.

Bakalım önümüzdeki sezonlarda Tuncay'ı nerelerde göreceğiz.

Onu bunu bırak Spartacus geri geliyor...

Yahu alt tarafı tatile çıktım, araya ramazan girdi derken neler oldu gündemde yine. Teoman müziği bıraktı, Arda Atletico Madrid'e gitti, Suriye'ye ultimatom verildi, Somali için yardım kampanyaları başladı, Adile Naşit'in hamam sahnesi müstehcen bulundu ve kesildi. Sadece şike soruşturması ve Deniz Feneri davasında arpa boyu yol gidilemedi.

Yazayım birşeyler diyorum ama nereden başlayacağımı bilemiyorum. Zaten geriden takip ederek başlamış olduğum blog hayatıma yerinde sayarak devam etmek istemiyorum. Geçen gündemin peşinden koşmaktansa pek yazılmayan fakat çoğumuzun takip ettiği bir haberi vermek istedim.

Başlıktan da görüldüğü gibi Spartacus başlıyor. Ocak 2012'de yeni sezon yayınlanmaya başlanacak. M.Ö. bilmem kaç yıllarında sahibinden kaçarak dağlarda saklanan ve yanına katılanlarla beraber yaklaşık 100.000 kişiye ulaşan ve Roma İmparatorluğu'na kök söktüren Spartacus'ün gerçek yaşam hikayesinin anlatıldığı dizi ilk bölümleri yayınlandığında tabir-i caizse olay olmuştu.



Uzun zamandan beri bu tarz aksiyon dizilerinin yayınlanmaması, dizide kanın gövdeyi götürmesi, herkesin birbirini götürmesi izleyiciyi ekran başına kilitlemiş oldu. İlk sezon Spartacus: Blood and Sand adıyla 13 bölüm olarak çekilen dizinin, Spartacus'ü canlandıran Andy Whitfield'a kanser teşhisi konulmasıyla seyri tamamen değişti. İkinci sezon geçmişe dönerek Spartacus: Gods of the Arena adıyla 6 bölüm olarak çekilen dizide köle Crixus'ın nasıl bir canavara dönüştüğüne, Batiatus'un nasıl bir ezik olduğuna, Lucretia'nın nasıl bir şeytan olduğuna, Ashur'un nasıl bir yavşak olduğuna, Doctore'nin nasıl boynuzlandığına tanıklık etmiş olduk.

Üçüncü sezon Ocak 2012'de yayınlanacak fakat Andy Whitfield'ın hastalığının nüksetmesi üzerine Spartacus'ü Liam McIntyre canlandıracak. Spartacus: Vengeance (İntikam) olarak yayınlanacak yeni bölümlerde Batiatus'un Ludus'undan kendisiyle beraber kaçan 77 gladyatörün nasıl tarihe geçeceğini, etrafına topladıkları kaçak ve gladyatörlerle Roma ordusunu nasıl dize getireceğini izleyeceğiz.

Hadi iyi seyirler.

Fragman





26 Temmuz 2011 Salı

Düşene Tekme Atanlar

Basının şike operasyonu ile başlattığı linç girişimi, Aziz Yıldırım'ın tutuklanmasıyla had safhaya ulaştı. Serdar Adalı ve Tayfur Havutçu da içeri alındığında biraz durgunluk yaşandı. Ama toplumumuzda sıkça yaşadığımız "düşene bir tekme de sen at!" sloganı ile Erman Toroğlu savcılığa suç duyurusunda bulundu.

Aziz Yıldırım'ın kendisini kovdurduğu yönünde şikayetçi olmuş. Madem şikayetçi olacaktın, neden bugünleri bekledin? Aziz Yıldırım'ın seni kovdurduğuna dair her hangi bir delilin var mı?



Şike operasyonu için ; "Bu operasyon son 50 yıldır Türk futboluna yapılan en büyük iyilik. Daha çok enteresan şeylerle karşılaşacağız. Umarım sağlıklı kararlar alınır. Türk futbolu 40 yıldır hastaydı." dedi ve ekledi  "20 sene futbol oynayıp 10 sene hakemlik yapınca kimin ne yaptığını görebiliyorum" 

Türk futbolunun son 50 yılını şaibeli ilan eden Erman Toroğlu, yaptığı açıklamayla 30 yılını şaibeli Türk futbolunun içinde geçirdiğini de açıklamış oldu.

Sütten çıkmış ak kaşık edalarıyla maddi ve manevi tazminat davasına hazırlanan Erman Toroğlu, acaba büyük Fenerbahçe camiası bu bunalımlı dönemden alnının akıyla çıktığında neler yapacak çok merak ediyorum.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Basketbolun Mozart'ı; Drazen Petrovic

Tarihler 22 Ekim 1964'ü gösterirken eski Yugoslavya'nın Hırvatistan bölgesinde yer alan Sibenik şehrinde bir efsane doğuyordu. Fakir bir mahallede yetişen ve tenekelerden yapılan potalarda basketbol oynayan Drazen, çelimsiz yapısı nedeniyle abisi tarafından alay konusu oluyordu. Topu potaya yetiştiremeyen Drazen insan üstü bir gayretle sadece şut çalıştı. Okula gitmeden önce, ders aralarında, okuldan sonra, idmandan önce-idmandan sonra... Antrenörü bile "başka işin yok mu senin" dediğinde "ben buna aşığım" cevabını veriyordu.


Doğduğu şehrin takımı Sibenka'da profesyonel hayatına başladı, bu sıralarda abisi Alexander ise Hırvatistan'ın en iyi takımı Cibona'da oynuyordu. İlk karşılaşmaları Drazen henüz 18 yaşındayken gerçekleşti ve tabiki Sibenka salondan galibiyetle ayrılan taraf ve Drazen sahanın yıldızıydı.

Sibenka'da geçen 2 yılın ardından bu çelimsiz basketbolcunun adı tüm Yugoslavya'da kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. Bunca yıllık Yugoslav ekolü, bunca başarılar ve yıldızlar çıkartan Yugoslav ekolü bir yıldız daha çıkartıyordu. Bu genç, çelimsiz Yugoslav tüm Avrupa'yı sallayacak, NBA'ye giden ilk Avrupalı olacaktı.

Sibenka ile 2 kez Avrupa finali oynayan ve kaybeden Drazen, ardından tüm Avrupa'ya adını duyuracağı  Cibona'ya transfer oldu. Cibona'da oynadığı 4 yıl içerisinde kaldırmadık kupa bırakmadı. 1 Yugoslavya şampiyonluğu ve 2 finali, 3 Yugoslavya kupası, 3 Avrupa Kupası ve 1 finali, kariyer olarak Avrupa'nın dışına taşması gerektiğini gösteriyordu.


1980 yılında milli takım düzeyinde kazandığı ilk başarı olan Balkan gençler şampiyonasının İstanbul'da yapılmış olması, bizler için ayrı bir gurur kaynağıdır. Yine bu yıllarda Yugoslavya milli takımı ile olimpiyatlarda elde edilen 1 gümüş 1 bronz, dünya şampiyonasında kazanılan 1 altın 1 bronz, avrupa şampiyonasında kazanılan 1 altın 1 bronz bir basketbolcunun kariyerinde ulaşabileceği en üst noktalardan biridir. Üstelik Yugoslavya milli takımı ile elde edilen son başarı olan 1990 dünya şampiyonasında yaşı henüz 26 idi.



Basketbolu o kadar sanatsal oynuyordu ki artık ona Amadeus yani Wolfgang Amadeus Mozart diye hitap ediliyordu. 1988 yılında Cibona-Real Madrid Koraç Kupası finalini her ne kadar Real Madrid kazanmış olsa da ilk maçta 21, ikinci maçta 47 sayı atan Drazen gönüllerin şampiyonu oluyor, Real Madrid ertesi sene bu çelimsiz Yugoslavı transfer ediyordu. İnanılmaz fundamentalı ve muhteşem şut yüzdesini geliştirmek için her antrenman sonunda o günkü ruh haline bağlı olarak 500-1000 arası şut sokmadan antrenmanını bitirmiyordu. Real Madrid'de geçirdiği 1 sene boyunca İspanya finali, İspanya kupası şampiyonluğu ve Avrupa kupası şampiyonluğunu elde ediyordu. 14 Mart 1989 tarihinde Atina'da Avrupalılara son resitalini vermiş ve Oscar Schmidt'e karşı muhteşem bir performans sergileyerek Real Madrid'i Caserta önünde şampiyonluğa taşımıştır.



25 yaşındaki Yugoslav sadece Avrupa'yı değil tüm dünyayı sallıyordu ve Avrupalı basketbolculara burun kıvıran NBA yönetimi bu müthiş yeteneği transfer etmek için kolları sıvıyordu. 1989 yılında Portland Trail Blazers'a transfer olan Amadeus burada istediğini bulamadı. 2 sene boyunca Clyde Drexler'ın arkasında  benchte yer alan Drazen sırf gururundan dolayı Avrupa'ya geri dönmedi ve New Jersey Nets'e gönderildi.


Zaten ne olduysa 1991 yılında transfer olduğu Nets'te oldu. Forma şansı bulduğu ilk yılda 20.6 sayı ortalamasıyla oynadı. Drazen artık gerçek gücünü gösteriyor, tüm NBA'ye ve yıldız oyunculara kendisini ispat etmeye başlıyordu. Tam bu sırada savaş başladı. 2. Dünya Savaşı'ndan beri bir arada yaşayan Yugoslavlar birbirleriyle çatışıyor ve ülke parçalara bölünüyordu.


1990 dünya şampiyonası finalinde sahaya giren bir taraftarın elindeki Hırvat bayrağını alıp yere atan Divac, Petrovic'in ve takımdaki diğer Hırvatların tepkisini çekiyordu. Sırpların Hırvatlara savaş ilan etmesiyle başlayan parçalanma milli takımda da kendini göstermeye başlıyor ve bir zamanlar aralarından su sızmayan Sırp Divac ile Hırvat Petrovic artık hiç bir şekilde görüşmüyorlardı.




1992 Barcelona Olimpiyat oyunlarına Hırvatistan katılıyor ve Petrovic'in önderliğinde bulunan Hırvat takımı finale doğru uzanıyordu. Savaş henüz devam etmekte, Hırvatistan bağımsızlığını ilan etmiş fakat Balkanlarda istikrar sağlanamamıştı. Hırvatistan olimpiyatlara reklam amacıyla gitmiş ve bayrağını ilk kez dalgalandırmak istemişti.

Yarı finalde rakip S.S.C.B. son 1,5 dakika ve Sovyetler 6 sayı önde. Fark kapanıyor ve 9 saniye kala Drazen 2 serbest atış kullanıyor. O an için  "tüm Hırvatistan ellerimde gibidiydi.,kaçıramazdım" diyor. Finalde rakip Dream Team. Drazen elinden geleni yapıyor fakat olmuyor. Cayır cayır yanan bir coğrafyadan olimpiyat ikincisi çıkıyor, Drazen yine herkesin gönlünü fethediyordu.

Drazen 1993 sezonunda istatistiklerini arttırarak kariyerinde emin adımlarla yükselmeye devam ediyordu. Nets  üst üste 2 kez play-offlara kalıyordu. Başarılı geçen bir sezonun ardından hedef Avrupa şampiyonasıydı ve Petrovicli Hırvatistan en büyük favori idi.

Frankfurt aktarmalı Zagreb uçağı ile ailesinin yanına dönecek olan Drazen, sevgilisini görmek için Münih'e geçti. Sevgilisinin kullandığı araç yağışlı hava nedeniyle kontrolünü kaybederek tırın altına girdi ve emniyet kemeri takılı olmayan Drazen aracın camından fırlayarak feci şekilde can verdi.


Henüz 29 yaşında olan ve kariyerini gün geçtikçe geliştiren, namı tüm dünyada bilinen, Avrupa'nın gelmiş geçmiş en büyük basketbolcusu olarak tanınan Drazen yapacağı daha çok şey olmasına rağmen trafik kazasında hayatını kaybetti. Cenazesine 500.000 insan katıldı. O yılki NBA finali saygı duruşuyla başladı. New Jersey Nets, Petrovic'in 3 numaralı formasını emekli ederek salona astı.


Eğer yaşasaydı NBA efsaneleri arasında adını altın harflerle yazdıracak, tanıdığımız çoğu efsane arasında kendisine en yukarılarda yer alacak bir basketbolcuydu. Sabonis, Kukoc, Divac, Stojakovic, Nowitzki gibi Avrupalıların NBA'de efsane olmalarının kapısını açan Petrovic'in adı Cibona Zagreb'in maçlarını yaptığı salona verilmiştir. Ayrıca Zagreb'de müzesi bulunmaktadır.

Aşağıdaki video Drazen Petrovic'i çok iyi anlatıyor.


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Basketbolda Yugoslav Ekolü

2. Dünya Savaşı'nın hemen ardından 1945 yılında kurulan, Güney Slavları Ülkesi anlamına gelen Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti 6 sosyalist cumhuriyet ve 2 sosyalist özerk cumhuriyetten oluşmaktaydı. Hepimizin hatırladığı savaş sonunda ortaya çıkan devletler şöyledir.

-Sırbistan
-Hırvatistan
-Bosna Hersek
-Slovenya
-Makedonya
-Karadağ
-Kosova



Sosyalizmle yönetilen tüm ülkeler sporun bütün branşlarına büyük yatırımlar yapmış ve büyük sporcular yetiştirmiştir. Yugoslavya da özellikle basketbol ve futbola büyük yatırımlar yapmıştır. Günümüzde futbolda Brezilyalıların üstünlüğü bulunurken 1960-1980 yılları arasında Yugoslav futbolcular tüm Avrupa'ya yayılıyor ve hemen hemen her ligde adlarından söz ettiriyordu.

Oyuncularını ihraç eden Yugoslavya bir türlü futbolda istenilen başarıyı elde edemiyor ve bir türlü uluslararası turnuvalarda kupa kaldıramıyordu. Ama basketbolda durum farklıydı. Avrupa'nın en iyi basketbolcuları yine Yugoslavlardı, üstelik milli takım başarıya doymuyordu.




-Dünya şampiyonasında kazanılan 5 altın, 3 gümüş, 2 bronz madalya
-Avrupa şampiyonasında kazanılan 8 altın, 5 gümüş, 4 bronz madalya
-Olimpiyatlarda kazanılan 1 altın, 5 gümüş, 1 bronz madalya

ne demek istediğimi anlatıyor diye tahmin ediyorum. Slav ırkının genlerinden gelen uzun boy büyük avantaj sağlıyordu. Üstelik yapılan büyük yatırımlar sonucu çok çalışmanın meyvesini yukarıdaki tabloda görebiliyorsunuz.


İyi top sürebilen uzun oyunculardan kurulu Yugoslav ekolü fundamental oyun esasına göre oynanıyordu. Sahanın her alanında var olan, top alan, top getiren oyunculardan kurulu takımlar ve bu oyuna göre yetiştirilen oyuncular tüm dünyada ses getiriyordu. Zeki oyunlarına örnek olarak, müdafa yapamadıkları an yapılan tatlı-sert faul tüm dünyada yankı bulmuş ve adı Yugoslav faulü olarak tarihe geçmiştir.

Euroleage'de 4 altın, 2 bronz alan Yugoslav kulüplerinin takım başarısı gün geçtikçe düşerken, Yugoslav basketbolcular ise oynadıkları takımın yıldızı olmaya devam ediyorlardı.

Bunların başında NBA'ye transfer olan ilk Avrupalı basketbolcu ünvanına sahip Drazen Petrovic gelmekteydi. Avrupalı basketbolculara NBA kapısını açan Petrovic tüm NBA'yi kasıp kavuruyordu. Onunla aynı dönemde Yugoslav milli takımında oynayan Vlade Divac, Toni Kukoc gibi efsanelerin isimleri unutulmayanlar arasına çoktan yazıldı bile.


Siyasi ve politik anlaşmazlıklar sonucu Avrupa'nın göbeğinde büyük katliamlar yaşanmış ve ülke paramparça olmuştur. Haliyle efsane takım da dağılmış, Yugoslav ekolünü devam ettirmeye çalışan ülkeler hiç bir zaman eski günlerin yanından geçememiştir. Yugoslavya'nın kazandığı son başarı olan 1990 Dünya Şampiyonası'nda yaşanan bayrak krizi belki de geleceğin habercisi idi.







2. Dünya Savaşı ile başlayan ve Boşnakların katliamı sürecinde hızlanan Balkanlardan Türkiye'ye göç sayesinde Türk milli takımında da bir çok Yugoslav asıllı basketbolcu yer almıştır ve hala da almaktadır. Hüseyin Beşok, Hidayet Türkoğlu, Mirsad Türkcan, Asım Pars, Semih Erden, Ömer Aşık, Ermal Kurtoğlu gibi isimler Türk basketboluna damga vurmuştur.

Drazen Petrovic, Vlade Divac, Toni Kukoc gibi yıldızlar yetiştiren Yugoslav basketbolü meyvelerini vermeye devam ediyor.

Tabak, Bodiroga, Stojakovic, Rakocevic, Drobnjak, Tomasevic, Mulaomerovic, Prkacin, Gricek, Lakovic, Milic, Nesterovic, Kovacevic, Mrsic gibi 2. nesil yıldızları çıkartan Yugoslav basketbolu şimdilerde ise; Teodosic, Krstic, Ukic, Bogdanovic, Tomas, Kus, Becirovic, Vidmar gibi yıldızları yetiştiriyor.

Yugoslavya dağılsa da hala Yugoslav ekolünü yaşatan 7 ülke var. Basketbol hızlı oynanmaya devam ettikçe  Yugoslav ekolü de devam edecektir. Hız, kabiliyet, güç, ribaund tek başına hiç bir şey. Fakat hepsi bir arada olduğunda işte buna Yugoslav basketbolu diyoruz.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Yahu bir ara Mustafa İzzet vardı!

Muhakkak hatırlarsınız. O dönemde ne büyük olay olmuştu. KKTC asıllı doğma büyüme İngiltereli Muzzy lakaplı Mustafa İzzet için Türk ve İngiliz futbol federasyonları birbirine girmiş, bu genç yeteneği kapmak için büyük uğraşlar vermiş ve sonunda gülen taraf biz olmuştuk.


Chelsea alt yapısında futbola başlayan Londra doğumlu Muzzy, 1996 yılında Leicester City'ye transfer olduğunda ne takımdan ne de futbolcudan habersiz bizler, Mustafa Denizli'nin kendisini Euro 2000 öncesi milli takıma davet etmesi sonucu hayatımıza sokmuştuk. İngiltere'de gelecek vaadeden futbolcular listesinde yer alan, özellikle asistleriyle dikkat çeken Muzzy aynı dönemde İngiltere milli takımı yerine bizi seçtiğine bin pişman olmuştur diye düşünüyorum.




Premier League tarihinde üst üste 2 kez asist kralı olmayı başaran tek futbolcu ünvanına sahip Muzzy, sevgili halkımın "yahu İzzet diye soyadı mı olur" diye tartışadururken nedense 2002 Dünya Kupası finallerinden sonra bir daha milli takıma davet edilmemiş ve bir yıldız henüz parlayamadan sönmüştür.

17 Temmuz 2011 Pazar

Rıdvan nerede?

Şike soruşturmasında tüm Fenerbahçe taraftarları aynı soruyu soruyor. Rıdvan nerede?

Tüm camianın gurur duyduğu, Fenerbahçeliliğiyle bilinen, Aykut'un kadim dostu, başkanın hep yanındaki isim Rıdvan Dilmen nerede? Ne yorum yapıyor, ne de yazı yazıyor. Son yazısını soruşturmadan hemen önce yazmış ve sonrasında tam anlamıyla sırra kadem basmış.


İnsan istemeden düşünüyor, acaba Rıdvan da bu oyunun parçası mı... Yeni kamuoyunu yaratacak aktörlerden birisi o mu olacak?

Acaba çok mu kötümser düşünüyorum?

Bu sene ŞİKE ŞİKE şampiyon Fener...

Malumunuz üzere şike soruşturması kapsamında yapılan gözaltıların 1. dalgasında başta Aziz Yıldırım olmak üzere hem Fenerbahçe Kulübü'nden hem de Sivasspor ve Eskişehirspor başta olmak üzere bir çok kulüp yöneticisi, futbolcusu ifadeleri alındıktan sonra gözaltına alınarak tutuklu yargılanmak üzere Metris Cezaevi'ne gönderildi.

Bunu fırsat bilen basın, tabir-i caizse yemek yediği kaba pisleyerek inanılmaz bir linç kampanyası başlattı ve daha davası bile başlamamış olan Aziz Yıldırım'ı suçlu ilan ederek takımı alt lige düşürdü, Avrupa kupalarından da bilmem kaç sene men etti.



Ligin 2. yarısındaki muhteşem çıkışıyla son 19 maçının 18ini kazanarak, rakibiyle olan 9 puanlık farkı kapatan Fenerbahçe'ye karşı rakip takımların nasıl canla başla oynadıkları malum. Büyük takıma karşı mücadele ederek oynamak gayet normal fakat Fenerbahçe'ye kök söktüren takımların 2 hafta sonra Trabzonspor'a bariz bir şekilde yatmaları şike soruşturmasına takılmazken, son hafta 4-3 kazanılan Sivasspor maçı ve Eskişehir'de oynanan Eskişehir-Trabzon maçları inceleniyor.

Ergenekon davasında olduğu gibi delil olmadan suçlular ilan ediliyor, emniyet bir takım görüntüler yayınlıyor, bir evde bulunan silahları basın Aziz Yıldırım'ın evinden çıkmış gibi haber yapıyor. Günümüzde iktidara muhalefet eden bir çok gazeteci silahlı terör örgütü kurup yönetmekle suçlanırken, bu görüntüler nankör medyaya bal-kaymak gibi geliyor.

Nisan ayında çıkan yasa gereği açılan soruşturmanın teknik takibi 8 ay önce başlıyor, lig şampiyonu tescil ediliyor ve seçim biter bitmez ilk iş olarak düğmeye basılıyor. Bugüne kadar gelen her hükümet, her görüş kendi kamuoyunu yaratmak istemiştir. 3. dönemde de tek başına hükümet olmanın vermiş olduğu öz güvenle AKP tabir-i caizse kendi devletini oluşturuyor. Kendi medyasını oluşturan, tüm sendika ve odaları ele geçiren, yargıyla olan savaşı kazanarak yüce divan dahil tüm yüksek mahkemelere kendi adamlarını getiren, orduyu yavaş yavaş tasviye eden, kendi zenginlerini oluşturan hükümet sonunda spora da el atmış durumda.

Fenerbahçe başkanı demek, protokollerde önde olmak demek, itibar demek, etiket-kartvizit demek. Fenerbahçe başkanlarının bugüne kadar siyaset ve özellikle de genel kurmay başkanlarına yakın olduğu bilinir. Aziz Yıldırım'ın Nato müteahiti olması nedeniyle yasal olarak, devletin en büyük şirketi olan genel kurmaya silah satmasından dolayı ilişkileri iyidir.

Savcıların, dolayısıyla hükümetin Fenerbahçe'nin şike yapıp yapmadığı umurlarında bile değildir. Bu operasyonun yapılmasındaki tek amaç Fenerbahçe başkanlığı gibi bir mevkiyi ele geçirerek Türkiye'nin en büyük sivil toplum kuruluşunu ele geçirmek. Bu yolla silah ihalelerini de yandaş zenginlere vererek yıkılmayan son kale Fenerbahçe kullanılmaktadır.



Aziz Yıldırım'ın bu yasal bağlantılarını kendilerine çevirmek isteyenler Fenerbahçe başkanlığına kendilerinden birini getirmek istiyorlar. Fakat her zaman Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalan Fenerbahçe Spor Kulübü ve delegeleri arasından böyle bir aday çıkartmanın mümkün olamayacağından dolayı demokratik yöntemler işe yaramayacaktı. Bundan dolayı yapılacak tek bir şey var, o da ilk önce Aziz Yıldırım'ı sansasyonel bir şekilde koltuğundan indirmek ve uzun süre hapiste yatmasını sağlayacak suçlamalarla ekarte etmek gerekiyordu.

Şike operasyonu ile içeriye alınan Aziz Yıldırım bu davadan alnının akıyla tertemiz çıkacaktır. Fakat uzun sürecek olan davada, bir çok farklı olay dahil edilerek aynen Ergenekon davasında olduğu gibi iddianameler birleştirilerek içinden çıkılmaz bir hal alacak, en iyimser tarih olarak 10 yıl tutuklu kalarak kamuoyundan silinmesi sağlanacak.

Bu arada boş durulmayacak tabi. Başkanlığın en büyük adayı Mehmet Ali Aydınlar apar topar federasyon başkanı yapılacak, bu arada kulübe büyük yatırımlar yapan Murat Ülker'in ismi alttan alttan zikredilmeye başlanacak, gerekli kamuoyu oluşturulduktan sonra da Fenerbahçe başkanlığına geçirilecek. Böylelikle bisküvicilikten medya patronluğuna geçiş yapan İmam'ın askeri Ülker grubu hem en büyük sivil toplum kuruluşunu, hem endüstriyelleşen futbol sayesinde Türkiye'nin en büyük şirketini, isminin önündeki sıfatla büyük itibar ve silah ihalelerini alacak.

Buraya kadar her şey iyi planlanmış bir oyunun parçaları, yapboz yavaş yavaş oluşuyor. Fakat büyük Fenerbahçe taraftarı her zaman olduğu gibi bu yanlışa dur dedi. Aziz Yıldırım yönetiminde taraftarın yarısı başkanı severken, diğer yarısı nefret ediyordu. Fakat bu gözaltı tüm taraftarı birbirine kenetledi, omuz omuza hareket etmesini sağladı. Kimsenin emri olmadan, kendi aralarında 2 gün süresinde sanal ortamdan duyurarak muhteşem bir gösteri düzenledi. 2 günde toplanan kalabalık Cumhuriyet mitinglerini aratmayacak denklikteydi, üstelik herkes olayın iç yüzünü biliyor, bu operasyonun okyanus ötesi bir oyun olduğunun farkındaydı.


Büyük Fenerbahçe camiasını ana muhalefet partisi sananlar bilsinler ki, bu kulüp ilk yıllarında padişah tarafından kapatılmış, İstiklal Savaşı'nda neferlerini kaybetmiş, tarihi boyunca bir çok bunalımdan geçmiş fakat her zaman küllerinden yeniden doğmuştur. Bugün Fenerbahçe'nin küme düşürülmesi için ellerinden geleni yapanlar unutmasınlar ki bir gün bu devran dönecek. Eğer Fenerbahçe küme düşürülürse çok pişman olacaksınız, ama eğer düşürmezseniz daha da pişman olacaksınız. Çünkü artık karşınızda çok daha güçlü bir camia var.